SURİYEDE SUÇLU KİM?
SURİYEDE SUÇLU KİM?
Dünya’nın en
zengin doğal kaynakları Müslümanların yaşadığı topraklarda bulunmaktadır.
Sanayisi güçlü devletler doğal olarak enerji ihtiyaçlarını daha ucuza mal
edebilmek hatta o kaynaklara sahip olabilmek için Ortadaoğu dedikleri Müslüman
topraklarına sahip olmak istemektedirler.
1.Dünya
savaşından sonra çoğunluğu Osmanlı kontrolünde olan bu topraklar İngilizlerin
eline geçmişti, 2. Dünya savaşı sonrası
abd bu topraklara sahip olabilmek için ciddi mesai harcadı ve kontrolü
İngilizlerden büyük oranda aldı. Bu kontrolü devam ettirmek ve güçlendirmek
için de çeşitli projeleri sürekli uygulamaktadır.
Osmanlının
dağılım sürecinde İngilizler marifetiyle Müslümanlar onlarca ülkeye bölünmüş,
hilafet kaldırılmış, başında İngiliz uşakları olan ulus devletler kurulmuş,
Filistin’in bir kısmında israil devleti kurulmuştu. Müslümanlar her yönden
aşağılanmış, hor görülmüş, medreseleri ve diğer eğitim kurumları ya kapatılmış
ya da saray mollalarına teslim edilerek etkisiz hale getirilmiş, kısacası her
türlü müdahaleye ve sömürüye hazır hale getirilmişti.
abd soğuk
savaş döneminde Rusya’yı ve dinsiz kominizmi Müslümanlara tehdit olarak
gösterip, onlarla müttefik oldu bu sayede Müslüman ülkelerde çok rahat gizli ve
açık örgütlenip onlara müdahale edebilecek pozisyona geldi.
Buna
Türkiye, Hindistan, İran ve Mısır gibi dünya tarihine yön vermiş toplumlar da
dahil edilmişti. Artık Müslümanlar adına söz söyleyecek ve eylem yapacak ne bir
otorite ne de topluluk kalmıştı.
Zaman içinde
Müslüman halklar içerisinde yeşeren “öze
dönüş” hareketleri abd ve ingilterenin dolayısıyla israil’in bölgedeki
güvenliğini tehdit edici boyutlara gelmiş ve bazı Müslüman devletlerde iktidarı
talep edecek güce ulaşmıştı.
Mısır ve
birçok Arap devletinde iktidar talep eden İhvan-ı Müslimin, Hindistan’lı
Müslümanları bölerek kurdurdukları Pakistan ve Bangladeş’te Cemaat-i İslami,
Cezayir’de Fıs, Türkiye’de Milli Görüş hareketi başta olmak üzere birçok halk
hareketi iktidar talep etmeye başlamıştı. Bunların ortak noktası “anti siyonist”,
“anti emperyalist” ve “anti abd”ci olmalarıdır.
Bu durum abd’yi yeni hesaplara itmiştir. abd
bu gelişmeler karşısında yükselen İslami dalgayı İslam karşıtı bir politika
yerine “dine karşı din”
politikasıyla karşılamış, “amerikancı
İslam” olarak nitelendirilen “ılımlı
İslam” politikası gütmeye başlamıştır.
Ancak bu
devletlerin hiç birinde değil, 1979 yılında abd’nin bölgededki jandarması ve
Türkiye ile birlikte en güçlü müttefiki olan İran’da İmam Hümeyni öncülüğündeki
“halk devrimi” olmuş, abd ve müttefikleri hiç beklemedikleri yerden
darbe almışlardı.
abd buna
karşılık İran’da meydana gelen beklenmedik devrimle şaşkına dönmüş ve bu
devrimin yayılıp diğer Müslüman ülkelere sıçramasını engellemek için tedbirler
düşünmüştür.
İslam
devriminden kısa bir süre sonra 1979’un Temmuz ayında Saddam Hüseyin’e, 1980 Eylülünde
ise Türkiye’de Kenan Evren’e darbe yaptırarak ülke yönetimlerine el
koydurmuştur. Artık abd Müslüman ülkeler için birinci tehdit olarak Rusya’yı ve
dinsiz kominizmi değil, “radikal İslam”
veya ”irtica”yı gösteriyordu. İrtica
ile mücadele Müslüman devletlerin tek hedefi haline gelecekti.
Ardından
Saddam Hüseyin’i Iran’a saldırtmış ve 8 yıl süren ve bir Milyon kişinin ölümüne
sebep olan, her iki ülkeyi de yerle bir eden bir savaş çıkartmıştır. Ancak İran’ı
devirme hedefine ulaşamamıştır.
İran-Irak
savaşında içlerinde Türkiye’nin de olduğu Suriye hariç bölge ülkelerinin tamamı
Irak’ı desteklemiş, İslam devrimini yok etmeye çalışmışlardır. Bu savaş
sürerken abd’nin “dine karşı din” politikası bir yandan işletilmeye devam
edilmiş, tarihi Şii- Sünni ihtilafları körüklenmeye başlanmıştır. Bu amaçla suud’un
başını çektiği birçok ülkede ciddi paralar harcanarak kitaplar dağıtılmış, sözde
İslami teşkilatlar kurulmuş ve bunlar eliyle mezhep taassubuna sahip Sünni ve
Şii gruplar desteklenmiş, İslami vahdet, İmamet, Hilafet ve Ümmet kavramlarını
önceleyen yapılar dışlanmıştır. Bu dönemde antikapitalist ve abd politikalarına
karşı olan Müslümanlar radikal, fundamentalist, aşırı dinci ve terörist olarak
nitelendirilmekte iken, kendileriyle iş tutan sözde İslami kesim
desteklenmektedir. f.g hareketi de o dönemde Türkiye’de palazlanan
hareketlerden biridir.
Ilımlı İslam
veya amerikancı İslam politikası güden Müslüman Sünni grupların ortak noktasını
İran ve Şii düşmanlığı oluşturmakta iken aynı amaca hizmet eden Şii grupların
ortak noktası ilk üç halife ve Hz Peygamberin eşi Hz. Aİşe’ye hakareti
oluşturmaktaydı. Sünni ve Şii Müslümanlardan bu iki cephede yer almayan
Müslümanların kardeşliğini ve vahdetini savunanlar ise iki grubun da ortak
düşmanıydı. İran toplumu Şii olduğu için sürekli Şiilik aleyhtarı fikirler
yayılmakta, ihtilaflar gündeme getirilmekte, diğer taraftan destekledikleri
mezhepçi Şiiler eliyle bunları haklı çıkarabilecek söylemler ve eylemler yaptırılmaktaydı.
Bu
çalışmalar halen de devam etmektedir, zira İran’da Şiilik adına Ehl-i Sünnet
Müslümanların değerlerine hakaret eden çok sayıda medya kuruluşu kapatılmış ve
bunların “ingiliz Şii”si olduğu ilan
edilmiştir. Yine Ali Hamaney’in yakın zamanda basına yansıyan “Ehl-i Sünnet'in
mukaddesatına hakaret etmek İngiliz Şiiliği'nin işidir". Tayyip Erdoğan’ın "İslam dünyası Şia ve
Sünnilik tehdidi altındadır". Eski DİB başkanı Mehmet Görmez’in "Mezhebe
olan mensubiyetimizi, İslam'a olan mensubiyetimizin önüne geçirdiğimizde en
büyük fitneyle karşı karşıya kalırız" sözleri Mezhepçilik fitnesinin önüne
geçme çabası olarak görülebilir.
abd ve
müttefiklerinin bu çabaları bugün bölgemizdeki mezhep temelli silahlı örgütlerin
zemin bulmasını da kolaylaştırmaktadır.
Hakkında yakalama
kararı çıkarılan 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Türkiye’de olduğu ve
ardından ülkeyi terk ettiği iddia edilen CIA’in eski başkan yardımcısı ve
Türkiye masası şefi Graham Fuller’in “The Future of Political Islam” (Siyasal
İslamın Geleceği) kitabında abd’nin Ortadoğu üzerindeki hedeflerini beş madde
ile belirtmiştir. Bunlar:
Bölge’de
İsrail’in güvenliğini sağlamak,
Kitle imha
silahlarının dağılımını önlemek,
Enerji
akışını Batı’ya düzgün bir şekilde aktarmak,
Terörizme
karşı mücadele etmek,
Bölgede
herhangi bir egemen gücün olmasını engellemek.
Merhum
Erbakan’ın 2000’li yıllarda sürekli abd’nin Suriye’yi karıştıracağını, abd’nin
Suriye işgal etmek istediğini, Irak’tan sonra Suriye’ye saldıracaklarını asıl
hedefin “Büyük İsrail”in kurulması olduğunu ve sıranın Türkiye’ye geleceğini
söylediği konuşmalar hepimizin malumu.
Suriye devlet yapılanması; Nuseyri azınlığa
bağlı Esed ailesi tarafından oluşturulmuş askeri ve istihbarata dayalı tam bir
baskıcı yapılanmadır. Bu yapı ülkede muhalif, sivil dahi olsa hiçbir yapıya
yaşama hakkı tanımayan zalim bir yönetim şeklidir. Uzun yıllar devam eden bu
baskıcı yapı muhaliflerini ya sürgün etmiş, ya kendileri ülkeyi terk etmiş ya
da yer altına çekilerek gizli yapılanma içine girmiş durumdaydı.
Suriye
devleti baba Hafız Esed döneminde komşu ülkelerdeki muhalif örgütleri
destekleyerek bir denge kurmuş ve bunu bir devlet politikası haline getirmişti.
Örneğin; Kendi ülkesindeki Kürtlere vatandaşlık dahi vermezken pkk’ya kendi topraklarında
üs kurmuş, Abdullah Öcalan’ı yıllarca Şam’da koruma altına almıştır. Aynı
şekilde Filistin’den hicret edenleri kamplar(mahalleler) kurarak barındırmış,
israile karşı savaşan Hizbullah ve Hamas gibi örgütlere kucak açarak onları
destekleyen İran’ın desteğini almıştır. İran’ın abd ve İsrail karşıtlığı bu iki
ülkeyi staratejik ortak haline getirmiştir.
Hafız
Esed’in ölümüyle yerine geçen oğlu Beşar Esed, babasından farklı bir politika
uygulamaya başlamıştı. Türkiye’nin “Komşularla sıfır sorun” politikasına en üst
düzeyden destek vermişti. İslam dünyasının önde gelen Sünni alimlerinden
Ramazan El Buti ve Şii ulemadan Muhammet Hüseyin Fadlullah başta olmak üzere İslami
çalışmalara izin veriyor hatta destek oluyordu. Türkiye’den çok sayıda öğrenci Suriye’de
açılmış eğitim kurumlarında İslami eğitimler almaya başlamasına, Türkiye
merkezli bazı grupların oralarda eğitim kurumları açmasına, Türkiye’li
STK’ların da içinde olduğu “Filistine yol açık” ve “Mavi Marmara” eylemlerini
en üst düzeyde desteklediğine şahitlik etmiştik. Cezaevlerindeki siyasi
mahkumların bir kısmını serbest bırakmış, sürgündekilerin ülkeye dönmesinin önü
açılmış ve reform çalışmalarına başlamıştı.
Bütün
bunların yanında Türkiye-Suriye-İran işbirliği oğul Esed döneminde zirveye çıkmış,
ortak bakanlar kurulu yapılmıştı. Sınırların kaldırılması dahi konuşulmaya
başlanmıştı.
Bütün bu
gelişmelere Tayyip Erdoğan’ın Müslüman halklar içerisinde artan popülaritesi de
eklenince Suriye’ye müdahale kaçınılmaz olmuştu abd için.
İla ahir…
Bu girizgahtan
sonra, gelelim Suriye’ye ve İran’ın Suriye’deki durduğu yere.
abd ‘nin bölgedeki
hedeflerini gerçekleştirebilmek için Müslüman devletlerde yaptığı malum
operasyonlardan birini de Suriye’de gerçekleştirmek istediği açıktır. Her
ülkenin şartlarına göre müdahalede bulunan abd Suriye’de askeri bir darbe veya
halk hareketi yapabilecek durumda olmadığı için ülkede silahlı muhalefeti
destekleyerek hem Suriye’de hem de bölgede bir güvensizlik ortamı ve otorite
boşluğu oluşturmak, bölge ülkeleri arasındaki ihtilaflarla birlikte, ırki ve
mezhebi ihtilafları da körükleyerek bu amacına ulaşmak istemiştir.
Suriye’de
Esed’e muhalefet yapabilecek güçlü ve şeffaf bir yapının varlığından söz etmek
mümkün değildi. abd burada iç savaş çıkarabilmek için Suud ve Mısır öncülüğündeki
körfez ülkelerinin de desteğiyle silahlı muhalefet türetti, Afganistan ve Irak gibi ülkelerde faaliyet
gösteren kendi kontrolündeki silahlı örgütleri buraya taşıyarak Suriye’de
silahlı bir çatışma alanı oluşturdu.
Türkiye
Suriye’de iç savaşın başından itibaren Esed’in kendilerini dinlemediğini öne
sürerek muhalefeti desteklediğini, yapılan ateşkes ve barış görüşmelerinin ön
şatı olarak Esed’in yönetimi bırakması gerektiği söylemi ile hareket etti.
Türkiye abd ve müttefikleri ile birlikte hareket ederek, üretilen silahlı
muhalefeti silahlandırma ve eğitme görevini abd ile birlikte üstlendi. “Eğit-Donat” projesi kapsamında çok
sayıda kişi silahlandırıldı ve eğitildi.
İran’nın
abd’nin bölgedeki en önemli hedefi olduğunu yukarıda anlatmıştım, Suriye ile
İran baştan beri “stratejik müttefik”tirler, aralarında
saldırmazlık ve bir saldırı olursa bir birini savunma anlaşması mevcuttur.
Ülkesinin bir kısmı İsrail işgalinde olan Suriye israil işgaline karşı İran ve
dolayısı ile Hizbullah ve Hamas gibi örgütlerle birlikte hareket etmeyi varlık
sebebi saymaktadır.
İran Suriye’ye
yapılan müdahaleyi doğal olarak kendisine karşı yapılmış bir müdahale olarak
görmektedir.
İran;
Suriye’de eylemler başlayınca, iç savaş çıkmasın, silahlar bırakılsın, anlaşma
masasına oturulsun çabasıyla yaklaşık iki yıl olaylara müdahil olmayıp, iç
savaşı bitirmek için arabulucu olma ve diplomasiyi çalıştırmayı tercih
etmiştir.
Konu ile
ilgili; Dünya Bülteni'nde yer alan habere göre Suriye Müslüman Kardeşler lideri
Muhammed Faruk Tayfur, Amerikan The Washington Times gazetesine verdiği
demeçte, Ayetullah Ali Hamaney'in Esad ile örgüt arasında bir anlaşma sağlamak amacıyla
Ekim ayı sonunda İstanbul'a üç elçi gönderdiğini açıkladı. "Onlarla
görüşmeyi reddettik" diyen Tayfur, İranlı arabulucu heyete bir Türkiyeli
arabulucu ile "İran, Suriye halkına karşı taraf olmuştur" mesajı
gönderdiklerini söyledi. Aynı açıklamada; Faruk, "Bizim seçimimiz
sivillerin öldürülmesini durdurmak, sivilleri korumak. Bunun için, Libya’da
olduğu gibi, yabancı askeri müdahale dışında başka seçenek yoksa, o zaman bunu
kabul etmek zorundayız" demişti.
Türkiye ve
muhalifler Esed’in kolayca devrileceği ve Suriyen’nin kendilerine verileceği
konusunda ikna edilmiş görünüyordu.
Bu süreçte
amacına ulaşamayan ve iç savaşı engelleyemeyen İran, gerek Suriye’deki ve Lübnan’daki
Hizbullah hedeflerine yapılan saldırılar, gerek muhalif tekfirci grupların Şii
yerleşim yerlerinde yaptıkları katliamlar, gerekse gidişatın Suriye’nin zayıf
düşürülüp abd’nin kontrolüne geçmesi riskine karşı Esed’in yanında olaya
müdahil oldu. Böylece Rusya ve İran bir cephede, abd Türkiye, Suud, Mısır ve diğer körfez ülkeleri
bir cephede yerini almış oldu.
Savaşın
başında Türkiye ve İran birlikte hareket edebilseler, Türkiye muhaliflerin yanında,
İran’da Esed’in yanında durmak yerine, İran Esed’in muhaliflere karşı orantısız
güç kullanma tutumunu engellmeye, Türkiye de muhaliflerin silah kullanmasını
engellemeye dönük çalışsaydı bugün ipler abd ve rusya’ın eline geçmiş olmazdı.
abd Müslüman
ülke liderlerinin zalimlikleri, yolsuzlukları, gayri meşru yönetim anlayışları
gibi gerekçelerle kendi halklarına görece haklı sebepler göstererek müdahele
etmeyi bir yöntem olarak uygulamaktadır ve maalesef zaman zaman da bu hedefine
ulaşmaktadır.
Irakta ve Libya’ya
bu yöntemle müdahale etti ve başardı. Türkiye’de önce yolsuzluk yapılıyor
gerekçesiyle kendi kontrolündeki f.g hareketine 17/25 Aralık 2013 tarihinde
darbe girişiminde bulundu, bunu başaramayınca yine f.g hareketi eliyle 15
Temmuz 2016 darbe girişiminde bulundu. Türkiye halkı “hükümet yolsuzluk yapmış
olsa dahi” o bahaneyle yapılan darbe girişimine geçit vermedi. Suriye’de de
yine Esed’in zulmünü bahane ederek giriştiği iç savaşta amacına tam anlamıyla
ulaşamadı. Şimdi Suriye içinde 2. İsrail haline getirmeye çalıştığı laik bir
Kürt devleti kurma hedefine yöneldi. Bu hedef abd’nin Türkiye’ye bakış açısını
ortaya koyması açısından önemlidir. abd Türkiye’ye rağmen, hatta Türkiyen’nin
ya bizi ya YPG’yi tercih et çağrısına rağmen YPG’yi tercih ederek, kendi
çıkarları için yeri geldiğinde neler yapabileceğini hepimize bir kez daha
göstermiş oldu. abd’nin bu tutumu Türkiye’yi İran ve Rusya ile iş birliği
yapmaya yönlendirdi.
İmdi gelelim
Suriye’deki katliamın suçlusu kim sorusunun cevabına;
1.
abd;
Bu iç savaşta ölen sivillerin ve askerlerin asıl suçlusu Suriye’yi iç savaşa
sürükleyen abd’dir. Tabi bunu usulune(!) uygun yaptığı ve güçlü olduğu için
herkes açıktan ilan edemiyor. Tıpkı Türkiye’deki darbenin arkasında olduğu
halde Türkiye’nin bir şey yapamaması gibi.
2.
Suud
ve abd yanlısı körfez ülkeleri; İran’ı ve sahih İslami yapılanmaları kendi
gayr-ı meşru krallıkları için tehdit olarak gören suud ve körfez ülkeleri, abd
politikalarını kayıtsız şartsız destekleyerek, hem bölgedeki İslami yapıları
terörist ilan etmiş hem de Suriye’de kendi kontrollerindeki örgütleri maddi ve
manevi olarak desteklemişleridir. Bunun için direk sorumludurlar.
3.
Silahlı
örgütler; Suriye’de abd ve suud gibi devletlerin teşviki, sponsorluğu ve
yönlendirmesi ile iç savaşa müdahil olan silahlı örgütler, sivil alanları işgal
edip oralarda örgütlenip saldırılarını buralardan yaparak, militanlarını
buralarda barındırarak ve mühimmatlarını buralarda depolayarak Suriye devletini
bu sivil alanlarda savaşa çekerek sivil ölümlerine sebep olan silahlı örgütler
bu ölümlerinden direk sorumludur.
4.
Suriye
Devleti; Topraklarını savunma ve terörle mücadele gerekçesi ile sivil
alanlardaki örgütlerin burada sivilleri kullanarak barındıklarını bildiği halde,
sivillerin öleceğini bilerek buralara her türlü ağır bombardımanı yaparak,
varil bombaları da dahil her türlü kitle imha silahları ile saldıran Esed
yönetimi de sivil ölümlerinden direk sorumludur.
5.
İran
Devleti; Esed’in kitlesel ölümlere dahi
gözünü kırpmadan imza attığını bildiği halde, abd ve yandaşlarıyla mücadele
etme gerekçesiyle Esed’e destek vermesi ve katliamlara göz yumması nedeniyle
Esed ile birlikte sorumludur.
6.
Türkiye
Devleti; Türkiye en uzun sınırına sahip Suriye’deki iç savaşta mülteci duruma
düşen Suriye halkına kucak açarak, iyi niyetli ve Suriye halkının yanında
olduğunu göstermiştir. Buna rağmen, iç savaşın başında izlediği abd ile
birlikte hareket etme ve abd’ye güvenme politikası, Esed’in gitmesi şartını öne
sürerek savaşın devam etmesine destek vermesi, muhaliflerin Suriye’yi kaosa
sürüklediğini göremeyip iç savaşı durdurmak yerine silahlı muhalefeti
desteklemesi nedeniyle katliamdan dolaylı da olsa sorumludur.
Ama tekrar
ediyorum asıl suçlu ve sorumlu; olayın organizatörü, sponsoru, planlayıcısı ve
uygulayıcı olan abd ve yandaşlarıdır.
Suriye’de
birilerine bir şey söylenecek ise amasız, lakinsiz, ancaksız önce abd’ye
söylenmeli. Sonra Esed, İran, Rusya, Türkiye v.b ülkelere ne denecek ise denmelidir….
Vesselam.
Yorumlar
Yorum Gönder