İSLAMİ HAREKET AÇISINDAN ŞİDDET
Şiddet, Arapçadan dilimize geçen bu kelime “Bir
hareketin, bir gücün derecesi, yeğinlik, sertlik, karşıt görüşte olanlara kaba
kuvvet kullanma” (TDK) anlamlarına gelmektedir. Bende bu anlamda özellikle “karşı görüşte olanlara kaba kuvvet
kullanma” anlamında kullanacağım.
“İslami hareket”i Müslümanların dünyayı İslami değerlere
göre dönüştürme çabası olarak tarif edebiliriz. Bu tanım, modern zamanlarda
İslami değerleri topluma hakim kılma çabalarının ortak adıdır.
Bu genel tariften yola çıkarak bu amaca matuf
Müslümanların yaptığı tüm çalışmalar “İslami
hareket” olarak adlandırılabilir. Bu bağlamda her Müslüman’ın kendi şart ve
imkanları dahilinde İslami hareketin içinde bulunması bir zorunluluktur. Zira
İslam fert olarak yaşanacak bir “bireysel
Müslümanlık” dini değildir. İslam Müslüman bireylerin İslami hareket içinde
yer almasını emreder.
İslami hareketin teorisi ve pratiği “İslam’ın temel kaynaklarına” dayanmak zorundadır. Aksi halde o
hareketin ismi İslami olsa bile gerçekte İslami olmaktan uzak bir hareket
olacaktır. Harekete tabi olan fertler de temel kaynaklara uyma konusunda sorumludur.
Çağımızın en başat sorunlarından biri olan şiddet
meselesine de bu bağlamda yaklaşılması bir zorunluluktur. İslami hareket
iddiasında olan yapıların reel politik, stratejik ve başka gerekçelerle meseleye
yaklaşması, Kur’an ve sünneti
referans almaması durumunda, İslami olma vasıflarını yitirecekleri bir
realitedir.
Kur’an’ın
Şiddeti Yasakladığı Dönem:
İnsanoğlunun vahiyle muhataplığı Adem (a.s) ile
başlamıştır. Kur’an-ı Kerim’de Allah (c.c) bizden önce yaşayanların kıssalarını,
hoş masallar olsun diye değil, zihinsel ve pratik olarak dersler çıkaralım, tarihi
kendimize şahit tutalım diye aktarmaktadır.
Biz sünnet derken sadece Hz. Peygamberin (a.s) uygulamalarını
anlıyoruz. Oysa Kur’an’da diğer peygamberlerin sünnetinden ve başka insanların
hareketlerinden bize örnekler anlatılmıştır. Kur’an bizim temel kaynağımız
olduğuna göre bir konuyu araştırırken ilk başvuracağımız kaynak da “O”
olmalıdır. Şiddet konusunu bu bakış açısıyla Kur’an’da araştırmaya
başladığımızda Adem (a.s)’in oğullarının kıssası önümüze çıkıyor.
Hz. Adem (a.s)’in çocukları kıssası, insanoğlunun vahiyle
muhatap olduğu ilk dönemleri anlatan, yaşadığımız tarih evresinde Müslümanların
“zillet içinde yaşayan bir topluluk”
olma
halinden kurtulup “izzetli bir topluluğa”
dönüşmesi, “bölünüp parçalanıp
birbirlerinin boyunlarını vurma”
halinden çıkıp “vahdet içinde
yaşayabilmesi”, “bir
birlerine hakkı ve sabrı tavsiye edebilen”
bir hal alması için iyi anlaşılması gereken
olaylardandır.
Kur’an Adem (a.s)’in oğulları arasında geçen diyalogu
şöyle aktarıyor:
Onlara
Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak
birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul
edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka
öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah, ancak korkup sakınanlardan kabul
eder." (Maide/27)
"Eğer
beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak
değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Maide/28)
"Şüphesiz
kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından
olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur." (Maide/29)
Sonunda
nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı;
böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. (Maide/30)
Maide/27. Ayet “Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan
haberini oku!” sözünü boşuna
söylemiyor, hakkıyla oku ve bundan alacağın dersin ne olduğunu iyi anla diyor.
Onlar Allah’a kurban sunmuştu, Müslümanların amacı Allah’ın
rızasını kazanmak için çalışmak değil mi? Yani Allah’ın kendisinden istediğini
Allah’a sunmak değil mi? Peki Allah kimden ona sunulanı kabul eder? İşte ayet
kısa ve öz olarak söylüyor: "Allah, ancak korkup sakınanlardan
kabul eder."
O halde İslami hareket iddiasında olan yapılar önce
Allah’tan korkacaklar, O’ndan sakınacaklar. Attıkları adımları O’na göre
atacaklar. Reel politik, strateji ya da başka gerekçelerle değil.
Maide/28. ayet-i kerimede bir Müslüman kardeşini
öldürmeye teşebbüs etse bile Allah (c.c)
diğerinin de onu öldürmeye çalışmasını, Habil’in :“Çünkü
ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.” cümlesiyle yasaklıyor.
Önceki ayet-i kerimede yalnız Allah (c.c)’tan korkanların
amelinin kabul edileceğini vurgulamıştık. Burada da Allah’tan korkanlar kardeşi
onu öldürmeye kalksa bile onlar kardeşlerine el uzatmazlar diyor. Ayrıca ayet-i
kerimede “Alemlerin Rabbi” kavramı
geçmektedir ki adeta Allah (c.c) bizim sahibimiz olduğuna göre “O ne diyorsa o
olur.” demek istiyor.
Maide/29. ayet-i kerimede beni öldürürsen zalimlerden
olursun ve benim günahımı da yüklenmiş olursun diyor. Kardeşine el kaldırmanın
zülüm olduğunu söylüyor. Ve kaçınılmaz sonu, ateşi, işaret ediyor.
Maide/30. ayet-i kerimede zarara uğrayanın kardeşine
el kaldıran olduğunu söyleyerek adeta ölen kurtulmuş ama öldüren zalim olarak Cehennem’i
boylamıştır, diyor.
Hz. Peygamber (a.s)’in
Yaklaşımı:
Şiddet konusuna Hz. Peygamber (a.s)’in penceresinden
baktığımızda şunu çok sarih bir şekilde görürüz: Hz. Peygamber (a.s) Mekke’de,
Müslümanlar müşrikler karşısında zayıf konumda iken kendisine yapılanlara sabretmiş,
Müslümanlara yapılanlara da sabır telkininde bulunarak tıpkı Adem(a.s)’in oğlu
Habil gibi davranmıştır.
Yasir ailesinin başına gelen olaya göstermiş olduğu tepki
buna en güzel örnektir.
Hz. Yasir, İslam’ın ilk erkek, eşi Hz. Sümeyye ise ilk
hanım şehidi olarak işkencelerle öldürüldüğünde oğulları Ammar dayanamayıp
müşriklerin istediği sözleri söyleyip kurtulur. Hz. Peygamber (a.s) Yasir’e “Aynısı
olursa yine böyle yap!” demiştir.
“Onlar senin anneni babanı şehit ettiyse biz de onları öldürmeliyiz, kısas yapmalıyız, nefsi
müdafaa yapmalıyız.” dememiştir. Çünkü Hz Peygamber şiddetle, işkenceyle
insanların diline söz geçirilebileceğini, ancak kalplerine söz
geçirilemeyeceğini biliyordu. Mühim olan insanların sözleri değil kalpleridir.
Hz. Peygamber (a.s) müşriklere karşı şiddete başvurmak
isteyen sahabeyi de engelleyerek savaşla emrolunmadığını söylemiştir.
İbn-i Kesir’in İbn-i Abbas’tan rivayet ettiği bir olay
şöyledir:
“Bir gün Abdurrahman bin Avf ve beraberinde bir grup
Mekke’de Hz. Peygamber (a.s)’e gelip: ‘Ya Rasulallah! Biz müşrik iken hiç
kimseye boyun eğmezdik ancak Müslüman olduktan sonra boynumuz büküldü.’ diye
dert yandılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s): “Ben affetmekle emrolundum, onun için kimseyle vuruşmayın!”
buyurdu.
Hz. Peygamber affetmekle haşa müşriklerin yaptığı zulme
boyun eğmiş olmuyor, Allahın muradını yerine getirerek, tebliğ vazifesini
güvenliğin önüne alıyordu.
Sa’d b. Ebi Vakkas aynı konuda Hz. Peygamber (a.s)’den şu
hadisi rivayet eder: “Bir kişi Hz. Peygamber (a.s)’e: “Ey Allah’ın Resulü!
Birisi evime girer ve beni öldürmek için elini bana uzatırsa bu durumda ne
yapmamı tavsiye buyurursunuz?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resul’ü o
kişiye: “Sen Hz. Adem’in oğlu Habil gibi ol!” cevabını verdi. (Sünen-i Ebi
Davud, c.5 s:73) Hadisin ravilerinden Yezid b. Halid Maide suresinin 28.
ayetini okuyarak sözlerini bitirdi: “Adem’in iki oğlundan biri(Habil): ‘Eğer sen beni öldürmek üzere elini
uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam.’ dedi”
Müşriklerin yaptığı baskı ve işkence dayanılmaz boyutlara
ulaştığında bile o Müslümanların hicret etmesini istemiş, birçok Müslüman Habeşistan’a
hicret etmek zorunda kalmış asla hiçbir gerekçe ile şiddete başvurmamıştır.
Müşriklerin kendisini öldürmek için evine baskın
yapacakları haberi kendisine bildirildiği vakit, sahabeyi toplayıp kendisini
imha etmek için gelecek müşriklere tuzak kurabilir; kendisine yapılacak
saldırıyı meşru müdafaa mantığı ile bertaraf edebilir hatta çok sayıda müşriği
yok edebilirdi. Ama o en yakın dostu Hz. Ali’yi kendi yatağına yatırıp, kendisi
yerine onun öldürülme riskini göze alarak. En sadık arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le hicret etmiştir.
Bu döneme ait örnekler çoğaltılabilir.
İslami hareketler konum tespitini iyi yapıp, Mekke
döneminde Hz. Peygamberin şiddetten uzak durmasının, meşru müdafaa bile yapmamasının
hikmetlerini iyi analiz etmeleri gerekir.
Müslümanlara
Savaş İzni Verilmesi:
Anlatılanlardan anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (a.s)
toplum, Müslüman toplum halini alıp kendine has kimliğe kavuşuncaya kadar en
küçük bir şiddet eylemine müsaade etmemiştir. Ama arzu edilen toplum oluşturulup
İslami bütün değerlere teslim olunca hemen arkasından savaş izni verilmiştir.
Savaş izni verilen ilk ayeti kerime Hacc 39’dur: “Kendilerine savaş açılan kimselere
(kâfirlere karşı koymak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar.
Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir”
Elmalılı Hamdi Yazır “Hak Dini Kur’an Dili” eserinde bu
ayeti tefsir ederken şöyle diyor:
“Kendilerine
savaş açılan kimselere izin verildi. Hain kafirler tarafından kendilerine savaş
açılan müminlerin onlara karşı savaşmalarına izin verilmiştir. Çünkü onlar
zulme uğramışlardır. Müşrikler. Hz. Peygamber ve ashabına eziyet ediyorlardı,
sahabeler ise kimi dayak yemiş, kimi yaralanmış bir halde gelip Hz. Peygamber’e
başlarına gelen bu haksızlıkları şikayet ediyorlardı. Efendimiz: “Sabrediniz çünkü henüz savaş ile emrolunmadım.” buyururdu.
Nihayet hicret ettikten sonra bu ayet nazil oldu ki savaş hakkında ilk inen ayettir (Bakara,
2/190. ayetin tefsirine bkz.). Şüphesiz Allah onlara, o müminlere yardım
etmeye, onları zafere ulaştırmaya elbette kadir, çok kafidir. Dolayısıyla çok
olan kafirlere karşı, şu azıcık olan müminler nasıl savaşabilirler gibi bir
şüpheye düşmemelidir.”
Savaşın
Emredilmesi:
Bu ayet ile Müslümanlara savaş izni verilmiş, daha sonra
gelen ayeti kerimeler ile savaş emredilmiştir. Bu ayeti kerimeler incelendiği
zaman, bu emrin saldırı emri değil, tamamen savunma emri olduğu hem ayetlerden
hem de Hz. Peygamberin (a.s) uygulamalarından anlaşılmaktadır.
Buna en bariz örnek:
“Size
savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın.
Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.” (Bakara/190)
ayetidir.
Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde şöyle
demektedir.
“Baştaki
(savaşın) ayetinin Medine’de ilk inen “kıtal ayeti” olduğu ve Resulullah'ın :
“O zaman savaşanla savaşır, elini çekenden de el çeker.” ayetinin bulunduğu
Tevbe suresindeki: "Müşriklerle topyekün savaşın." (Tevbe/36) diye
genel olarak savaş emredilinceye kadar böyle yaptığı Rebi' b. Enes (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Müslümanlar,
önce müdafaa şeklinde de olsa savaştan men edilmişler ve her ne olursa olsun
sabır ve anlaşmaya memur kılınmışlardır. Daha sonra savaş ayetleriyle bu
yasaklama kaldırılmıştır. Fakat savaş ayetleri iki çeşittir: Bir kısmı sadece
izin ve cevaz ifade eder; bir kısmı da savaş ve cihadı emrederek vücub ifade
eder. Bu ayet ise sadece savaş ayeti değil savaşmayı emreden ayettir.
Hz.
Ebu Bekir, Zühri ve Said b. Cübeyr gibi birçok kimseden savaş hakkında nazil
olan ilk ayetin Hac Suresindeki: "Kendilerine savaş açılan müminlere savaş
için izin verildi. Çünkü onlara zulmediliyordu."(Hac/39) ayeti olduğu da
rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Rebi' rivayetinin manasına göre, bu "savaşınız"
ayetinin, ilk savaş emri ayeti olması gerekir. Tefsir alimlerinin çoğunun
görüşü de budur.
Bu
emir: "Allah'ın emri gelinceye kadar siz onları affediniz, onlara
aldırmayınız." (Bakara/109) ayetinde vaadedilmiş olan emirdir. Bu savaş
emirleriyledir ki son Peygamber (a.s) kılıç ve cihadla emredileceği hakkında
geçmiş kitaplarda özel vasıfları da ortaya çıkmış, bu şekilde de ilahi mucize
gerçekleşmiştir.
Bu ayetin,
kendisinden sonra gelen kısımla veya Tevbe Suresindeki: "Müşriklerle
topyekün savaşınız." (Tevbe/36) ayetiyle neshedilip edilmediğinde ihtilaf
edilmiştir.
Birincisinin,
düşman hücumuna karşı savunma harbine mahsus bir emir olduğuna taraftar olanlar
neshedildiğine; doğrudan harb ilanına da ihtimali olduğunu anlayanlar da muhkem
olduğuna kanidirler. Gerçi Tevbe suresindeki ayetlerde, doğrudan Allah yolunda
harb ilanının ve taarruz savaşının da meşru ve icabına göre vacib olduğunda
ihtilaf yoksa da; mesele birinci emrin, bugün mensuh mu, yoksa kendisiyle amel
edilir mi olduğunu tayin etmektir.
Peygamberimizin,
Medine'ye ilk hicret senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa gücünü
büyük gösterdiği fakat bunların sırf emniyet ve huzurun teminini sağladığı,
etraftaki düşmanların hal ve durumlarını keşfetmek için gönderilmiş
karakollardan başka bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa girilmedikçe
bunlara harb ve öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir, Uhud,
Ahzab diğer ismiyle Hendek savaşlarının hep müdafaa zaruretiyle yapılmış
harbler olduğu ve bu halin birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır. Ama savaş
hakkında ilk varid olan izin ve ilahi emirler, yalnız müdafaa harbine mahsus
olup peygamberi, doğrudan harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız olarak men
mi ediyordu? Yoksa bu hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki emirler
gibi, icabına göre taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü gibi
görüş ve siyasete mi bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen naslar,
esas itibariyle neshedici midir? Yoksa beyan edici ve açıklayıcı mıdır? İşte
mesele budur. Rebi' rivayetinin zahirine göre neshedildiği, Hz. Ebu Bekr
rivayetinin zahirine göre de muhkem olduğu anlaşılıyor. Halbuki ihtimal sabit
ve kullanılması mümkün iken neshedildiğine hükmetmek caiz olamayacağından
birçok müfessir muhkem olduğu görüşüne sahiptir ki biz de buna taraftarız”
Sonuç
Olarak:
Kur’anı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s)’in hayatından ve
sözlerinden açıkça anlaşılacağı üzere, İslami toplumun yapılanması sürecinde,
İslami hareket iddiasında olan yapıların çıkıp kendilerini “hakim güç” ilan
etmesi ve özellikle cinayet ve cezalarla alakalı hükümleri uygulanmaya
kalkması, hakimiyet kurmak adına, insanlara saldırıp onları topraklarından
sürmesi ve öldürmesi yersiz ve manasız bir tavır olmakla beraber Kur’anın ifadesi
ile zulümdür.
İslami toplum yapılanması tamamlandıktan sonra da
kendilerine saldırı ve tecavüz olmadığı sürece başka toplumlara savaş açmak
yine Allahın koyduğu haddi aşmaktır.
“La ikrahe fid dini…” (bakara/256) ayetini iyi anlamak
gerekir.
İslami hareketler bulundukları konuma göre Kur’an ve
Sünnet çerçevesinde “İslami hareket
fıkhı” oluşturmak ve buna göre davranmak zorundadırlar. Müslüman fertler de
içinde bulundukları hareketleri denetlemek, temel kaynaklardan sapma olduğu
takdirde gerekli tepkiyi göstermek zorundadır.
Aksi takdirde küresel emperyalistlerin birer maşasına
dönüşmek, İslam’a hizmet etmek yerine İslam düşmanlarına hizmet eder duruma
düşmek kaçınılmaz olacaktır.
Bugün İslami hareket iddiası taşıyan yapıların yaptığı
hatalardan dolayı, kendi Müslüman halkımız bile İslam’ı yanlış tanımaktadır.
İslam adeta faili meçhul cinayetler, domuz bağlı işkenceler, mezar evler,
arkadan tek kurşunla adam öldürme, kelle kesme, kadınları cariye olarak alıp
satma gibi insanlık dışı uygulamalarla eşdeğer anılmaya başlanmıştır.
Bugüne kadar İslam adına yapılanlar iyi irdelenmeli
İslam’ın bu olumsuz imajı İslami hareketler tarafından temizlenmelidir. Bunun
yolu da yukarıda anlatmaya çalıştığımız, Kur’an ve Sünnet merkezli bir “öze dönüşün” gerçekleşmesi ile
sağlanacaktır. (ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ 1, SAYI)
Yorumlar
Yorum Gönder